20 Aralık 2013 Cuma

Kuran'daki Sayısal Mucizeler

Delik etrafına çizilmiş hedef tahtaları
Bilindiği üzere Kuran'daki "sayısal mucizeler"e ilgi günümüzde oldukça artmıştır. Bunun başlıca nedeni; "çamuru kuşa çevirmek", "Ay'ı ikiye bölmek" gibi antik zamanların fiziksel mucizelerine modern zamanlarda rastlanmayışı ve dolayısıyla itibar edilmeyişidir.

Antik zamanlarda zenginlerin, soyluların ve din adamlarının tekelinde olan bilgi ve eğitim artık herkesin erişim alanına girmiştir. Günümüzde temel eğitim zorunlu; bilgiye ulaşmak, bir tuşa basmak kadar kolaydır. 

Dolayısıyla, doğaüstü iddialara kolay kolay itibar etmeyen modern insan, inancını garanti altına alacak, "boş yere inanmadığına" onu ikna edecek güvencelere daha fazla ihtiyaç duymaktadır.

Ay'a çıkış

Sayısal mucizelere geri dönersek; örneğin Ay'a çıkış tarihinin Kuran'da gizli olduğu söylenir. Kamer (Ay) Suresi'nden "sonra" Kuran'da toplam 1390 ayet vardır. 1390'ı Hicri yıl kabul edersek -yaklaşık olarak- 1969'a karşılık gelir ki bu da Amerikalıların Ay'a çıkış tarihidir. 

Ancak Kuran'da Kamer Suresi'ne "kadar" olan ayet sayısından -muhtemelen önemli bir tarihe denk gelmediği için- bahsedilmez. Oysa ki yukarıdaki "veriyi" bulan sayman, mutlaka diğerini de saymış olmalıdır.

Tüm bunlara ilaveten, Müslümanların büyük bir kısmı 1969'daki Ay'a çıkışa inanmaz, bunun bir Amerikan propagandası olduğunu düşünür. İnanmadıkları bir konu Kuran'da "bildirildiği" için gurur duymaları da ayrı bir paradokstur.

Denizlerin karalara oranı

Dünya'nın yüzölçümünün yaklaşık %71'i sularla  kaplıdır. Kuranda da su sözcüğü 39 kere geçer ki su ve kara sözcüklerinin toplamının %73'üdür (bazı kaynaklarda %76'sı). Bu oranların benzerliği de mucize kabul edilir.

Oranlar arasındaki büyük farkı ve suların yüzölçümündeki zamana bağlı değişmeleri görmezden gelelim. Dünyanın yüzölçümünü değil "kütlesini" incelersek, çok küçük bir kısmını suların oluşturduğunu görürüz (yaklaşık 1/4400). Yani Kuran'daki sözcükleri sayanlar, oranlar yüzölçümüne değil de kütleye yakın çıksaydı, bu mucizeyi(!) bildireceklerdi. Mucize aday listesini; nehirlerin uzunluğu, suların hacmi, en derin ve en yüksek noktalar vs. şeklinde uzatabiliriz.

Burada amacım tek tek mucizelere değinip onları çürütmeye çalışmak değil, mucizelerin nasıl yaratıldığını anlatmak. Şize şöyle bir hikaye anlatmak istiyorum:

Torpilli asker

Zamanın birinde torpilli bir erbaş varmış. Lakabı "Rakun" imiş. Babasının arkadaşı olan komutanı, onu her durumda kollarmış. Bir gün bölükçe atış alanına gitmişler. İyi atış yapan askerlere takdir ve hediyeler veriliyormuş.

Gelgelelim Rakun'un atışları çok kötü imiş. Bunu bilen komutanı, her atışından sonra hedef tahtasına gidip, rastgele dağılmış olan  kurşun delikleri etrafına iç içe daireler çiziyormuş. Böylece her vuruş "tam gözünden" oluyormuş.

Kıssadan hisse

İşte Kuran da, yukarıdaki torpilli asker gibi, inananları tarafından sayısal mucizelere boğulmuştur. Bu rakamsal ilişkilerin hepsine "sonradan" bir anlam yüklenmiştir. Oysa ki hepsi tesadüfîdir ve "tüm" kitaplarda ve dergilerde benzer mucizeler(!) bulunabilir.

Savaş ve Barış

Bir Kuran mucizetörünün, Tolstoy'un şaheseri Savaş ve Barış'ı aynı hassasiyetle incelediğini farzedelim. Örneğin, bu kitaptaki "savaş" ile "barış" sözcüklerini sayan uzman eşit sayıda olmalarını arzulayacaktır. Zira olasılık bilimi açısından eşit olmaları ihtimali, birinin az veya çok olması ihtimaline nazaran çok daha düşüktür; dolayısıyla en "sağlam" mucizeyi verecektir. Ancak biri az veya çoksa da kılıf hazırlamak kolaydır.  

Savaş sözcüğü fazla ise mucizetör, "Allah insanlara dünyada çok fazla savaş olduğunu hatırlatarak insanoğlunu uyarmıştır." diyecektir. Barış sözcüğü fazla ise "Allah, kulları için en iyisini, yani barışı arzular; bu nedenle barışı vurgulamıştır." diyecektir.






7 Haziran 2013 Cuma

Demokrat mı, Sultan mı?



Recep Tayyip Erdoğan Türkiye sokaklarındaki protestocuları görmezden gelmek yerine onlara dikkat etmeli



The Economist'in 8 Haziran 2013 baskısında yer alan yazının çevirisi

The Economist'in kapağı
YARILMIŞ kafalar, göz yaşartıcı gaz, tazyikli su: burası Kahire, Trablus veya bir başka zalim diktatörlüğün başkenti olmalı. Gelin görün ki burası Tahrir değil, İstanbul'daki Taksim Meydanı: Avrupa'nın en büyük şehri ve demokratik Türkiye'nin ekonomik başkenti. Protestolar ise, Türkiye'nin Atatürk'ten bu yana en önemli lideri olan Recep Tayyip Erdoğan'a karşı artan memnuniyetsizliğin bir işareti. İsyan, ülkeye bir yangın gibi yayıldı. 4.000'den fazla kişi yaralandı, 900'den fazla kişi tutuklandı ve 3 kişi öldü.


Protestoyu başlatan kıvılcım, İstanbul'un merkezindeki son yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı'nın yeniden düzenlenmesi planları oldu. Boğaz'a üçüncü köprüden tutun, Karadeniz'e çılgın kanal projesine kadar, hükumetin çeşitli büyük inşaat projelerine olan kızgınlık içten içe alevleniyordu. Ancak bu ilk protestonun korkunç şekilde ağır polis müdahalesi ile karşılaşması sonrasında, Twitter ve diğer sosyal medya siteleri aracılığıyla yangın yayıldı. Yerel bir anlaşmazlık, polisin zulmü ve akıl danışmaya gerek görülmeden hızla geçirilen mega projeler -ki bunlar Sayın Erdoğan'ın otoriter ülke yönetiminin uç örneklerini teşkil etmekte- nedeniyle ulusal hâle dönüştü. 


Bazı gözlemcilere göre Türkiye'deki karışıklık, İslam ve demokrasinin bir arada var olamayacağının yeni bir kanıtı. Ancak burada konu Sayın Erdoğan'ın dindarlığı değil. Bu olaylardan çıkarılacak gerçek ders otoriterlik hakkında: Türkiye, orta sınıftan bir demokratın Osmanlı sultanı gibi davranmasına razı olmaz.


Demokrasi treninden inmek


Bazı açılardan bakıldığında Erdoğan başarılı. GSYİH, Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara geldiği 2002 yılının sonlarından bu yana senede ortalama %5 arttı. Bunun yanı sıra hükumetin yaptığı reformlar 2005 yılında Avrupa Birliği ile olan üyelik müzakerelerinin başlamasını sağladı ki, Türkiye'ye bu hak 40 yıldır verilmiyordu. Sayın Erdoğan, ülkesinin baskı altındaki 15 milyon huzursuz Kürt'ü ile olan sorunları çözmek için kendisinden öncekilerin hepsinden daha fazla şey yaptı. Türkiye, Arap baharından doğan uluslara bir model olarak görülmeye başlandı.


Bu sicil, AK Partinin -en sonuncusu 2011'de gerçekleşen- üç büyük seçim başarısının nedenini açıklıyor. Erdoğan Bey, özellikle küçük işyeri sahipleri ve yakın zamanda şehirlere göçen muhafazakâr Anadolu köylüsü arasında popüler kalmaya devam ediyor. İşe yaramaz bir muhalefetle karşılaşırsa, AK Parti seçimi yeniden kazanabilir.


Ancak Erdoğan Bey ile ilgili endişeler yeni değil. Bir seferinde demokrasiyi "hedefe ulaşınca ineceğiniz bir tren" olarak tanımlamıştı. İstanbul ve Ankara'nın kozmopolit burjuvazisini hor görüyor. Partisinin dindar kökleri nedeniyle pek çok kişi, Atatürk'ün laik ve bundan gurur duyan devletinin İslamcılaştırıldığı korkusuna kapıldı. Alkol satışlarını kısıtlayan yeni bir yasa bu konudaki inanışı kuvvetlendirdi. Bazıları Ak Partinin İslamî demokrasi örneği olmak şurada dursun, bu kavramın bir oksimoron* olduğunu ispatlayacağından endişe ediyor.


Bununla birlikte, aralarında partinin kurucularından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de olduğu pek çok AK Partili siyasetçi, başbakanın otoriterliğini onaylamıyor ve onun demokrasi anlayışını çok dar buluyor. Ayrıca Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Macar Başbakanı Viktor Orban gibi keyfi davranan gayrimüslim liderler de var. Yani sorun İslam'da değil, Sayın Erdoğan'da. Kendisi çoğunlukçu bir siyaset anlayışına sahip ve seçimleri kazandığı takdirde bir sonraki seçime kadar her dilediğini yapmaya hakkı olduğuna inanıyor. Darbeye meyilli silahlı kuvvetlerin dişlerini sökmesi gibi bazı konularda bu gücü iyi kullandı. Ancak zamanla iyi özellikleri yanındaki çek işaretleri bir bir kaybolmaya başladı. AK Partililer adalet sistemini doldurdu, vilayetler AK Parti tarafından idare edilir hâle geldi, büyük ihaleleri arkadaşları kazanmaya başladı. Erdoğan Bey medyayı korkutarak kendi kendine sansür uygular hâle getirdi: protestocular göz yaşartıcı gaza boğulurken, televizyonlar yemek programları ve penguen belgeselleri yayınladılar.


Türkiye'deki tutuklu gazeteci sayısı Çin'den daha fazla. Erdoğan Bey, bir kurmay akademisi dolusu generali içeri attırdı. Kendi partisi içindeki kişiler, karşısında durmaya korkuyorlar. Kendine olan inancı koca bir toleranssızlığa; sosyal muhafazakârlığı ise sosyal mühendisliğe dönüştü.


Şu anki risk, iktidara daha da sıkı sarılması. Parlamentoda en fazla üç dönem bulunabileceği kuralı gereğince 2015 seçimlerinde başbakanlığı bırakması gerekiyor. Anayasayı değiştirip güçlü bir devlet başkanı olmaya çalışma ihtimali var. Partisini köşkten yönetmeyi ya da kuralları değiştirip başbakan olarak kalmayı da deneyebilir.


Osmanlı (sediri) bugünlerde oturak olarak kullanılıyor


İki nedenle Erdoğan Bey bu fikirlerinden vazgeçmeli ve AK Parti liderliği ile hükumet yönetimini devlet adamlığına daha çok yakışan Abdullah Gül gibilerine devretmeye hazırlanmalı. Birincisi pek çok Türk ondan bıktı (tıpkı 1990'daki kelle vergisi isyanlarının İngilizlerin Margaret Thatcher'den bıktığını göstermesi veya 1968 sonrasında Fransızların Charles de Gaulle'i istemeyişi gibi). Eğer Erdoğan Bey kalırsa, ülkesini gitgide yönetilemez hâlde bulabilir.


İkincisi, Erdoğan'ın henüz kırılgan olan ve geri alınma riski taşıyan başarılarını muhafaza etmesi gerekiyor. Ekonomi -kısmen Türkiye'nin en büyük pazarı olan avro bölgesindeki kriz nedeniyle- keskin bir şekilde yavaşladı. AB görüşmeleri durdu ve Erdoğan Bey isteksiz görünüyor. Kürtler -özelllikle de hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan- ile yapılan görüşmeler bıçak sırtında.


Erdoğan Bey, düzenli bir devir teslim sözü ile Türkiye'yi tekrar doğru yola sokabilir. Ülkenin ordu tarafından hazırlanan 1982 anayasasını değiştirmeye ihtiyacı var; ancak bu tüm tarafların konsensusu ile yapılmalı ve (yeni anayasa) gücü merkezîleştirmekten ziyade dağıtmalı. Erdoğan Bey kalan süresini anayasal reforma, Kürtlerle anlaşmaya ve AB görüşmelerini yeniden canlandırarak demokrasi ve ekonomiyi yola sokmaya adarsa, Türkiye tarihindeki yerini garanti altına almış olur.


Bu haftaki protestolar sadece göz yaşartıcı gazdan ve ağlayan gözlerden ibaret değildi. Sıradan mahallelerdeki sıradan insanlar tencere-tava çalıyor ve bayraklar asarak seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Pek çok Türk -eğer sultan dinlerse- zamanla gerçek ve çoğulcu bir demokrasi doğurabilecek yeni bir birlik hissini tattı. Her şey Taksim Meydanı'ndaki protestoculara nasıl davranacağına bağlı.

*  Birbiri ile çelişen iki kavramın bir arada kullanılması

Çeviri: Bora Erin

18 Ocak 2013 Cuma

Hocalar ve Cadılar Bayramı

HOCA sözcüğünün Türkçedeki ilk anlamı nedir? Tahmin edeceğiniz üzere Farsçadan dilimize geçmiş olan bu sözcüğün tanımları "din adamı", "öğretmen" ve "saygın kimse" etrafında yoğunlaşır. Peki bu sözcüğün Türkçedeki en yaygın kullanılan anlamı nedir?

Cadı sözcüğüne bakalım bir de. Sanskritçeden Farsçaya, oradan da dilimize geçen bu sözcüğün Türkçedeki en yaygın anlamı büyü yapan (genellikle kadın) kişidir. Batı folklorunun bir parçası olan cadılık, Avrupa'da devlet kurumlarını ve kiliseleri yüzyıllarca uğraştıran, on binlerce insanın akıl almaz işkencelerle öldürülmesine neden olmuş bir konudur.

Avrupa'da cadılık başlıca iki farklı dönemi yaşamıştır. 14. yüzyıldan önce cadılar kilisenin ve resmî din adamlarının sunmadığı bazı hizmetleri sunan, toplumun büyük çoğunluğu tarafından hem korkulan hem de saygı gösterilen kimselerdi. Müşterilerinin amaçlarına ulaşmasını sağlamak için dualar okuyan, tilâvet eden, kötü ruhları kovan, geleceği okuyan, kaza-beladan koruyan kolyeler ve muskalar hazırlayan, büyülü iksirler ve kremler hazırlayan önemli figürlerdi. Cadılar müşterilerinin düşmanlarını temsil eden oyuncak bebekler hazırlayıp bunlara büyüler yapıyor; intikam, sağlık, servet ve bazen de hepsini birden vadediyorlardı. Güçlerini ve ilhamlarını Tanrı'dan aldıklarını iddia ediyorlardı.

11. yüzyıldan itibaren Avrupa'da cadılara bakış yavaş yavaş değişmeye başladı. 14. yüzyıla gelindiğinde cadıların gücünü Tanrı'dan değil Şeytan'dan aldığı inanışı iyice yerleşmişti. Özellikle Cadıların Şabatı denen efsanenin ortaya çıkması cadıların durumunu iyice zora soktu. Cadıların Şabatı denen gecede binlerce cadının belirli yerlerde bir araya geldikleri, ziyafet verip eğlendikleri, ortalık yerde cinsel ilişkiye girdikleri, Şeytan'ın kuyruğunun altını öptükleri inancı yerleşti. Bu iddialar engizisyon kayıtlarına dahi girmiştir. Engizisyon kayıtlarındaki itirafçı(!) bir cadı, on bin cadının bir araya geldiğini söylemiştir. Türkçedeki Cadılar Bayramı kavramının kökeni de işte bu Cadılar Şabat'ı mitidir.

Hocalar Bayramı


Asıl konumuza dönersek, hoca sözcüğünün Türkçedeki ilk anlamı cadıdır. Üfürükçü ve cinci kelimeleri de aynı anlamda kullanılır. Hocalar cadıların yaptığı(nı iddia ettiği) her şeyi ve daha fazlasını yaparlar. Büyü yaparlar, büyü bozarlar, muska yaparlar, fasülyeleri okurlar, düşmanların evine domuz yağı sürdürürler vs. Bizdeki hocaların CV'si yazmakla bitmez. Ancak bizdeki cadılar 14. yüzyılda yaşanan değişimden nasibini almamışlardır. Hala kutsal, hala tanrısal, hala saygıdeğerdirler. Yani onlara her gün bayramdır.

İster dindar olun, ister olmayın halk dilindeki hocalık ile cadılığın birebir örtüştüğünü inkar edemezsiniz. Gelin görün ki bir tane Türkçe sözlükte hoca sözcüğünün bu "en yaygın" kullanılan anlamından bahsedilmez. Kemiğimize işlemiş sistemik yanlılığın bir sonucu olsa gerek. 

13 Ocak 2013 Pazar

Atatürk Putlaştırılıyor mu?

PUT, doğaüstü güçleri olduğuna inanılan ve genellikle belirli bir ilahı temsil eden nesnedir. Bu sözcük Türkçeye Orta Asya'da konuşulan İranî bir dil olan Soğdcadan -ilk önce but halinde- geçmiştir ve kökü Budizm'in kurucusu Buda'ya dayanır. Buda heykellerine ve heykelciklerine mutlaka rastlamışsınızdır.

Sikkenin tura yüzü

Malumunuz üzere Türkiye'de bir "Atatürk putlaştırılıyor." söylemi aldı başını gidiyor. Atatürk'e ve Atatürkçülere saldırmanın en kolay yöntemlerinden biri olan bu durumu bir değerlendirelim.

Atatürk'ün putlaştırıldığı iddiasının en önemli dayanağı(!) tüm kamu kuruluşlarında, parklarda vs. karşımıza çıkan Atatürk heykelleridir. Zaman zaman bu heykellerin saldırıya uğradığına şahit olursunuz.

Törenler bu heykellerin bulunduğu meydanlarda yapılır ancak kimse "heykelle iletişime geçmeye", "ondan medet ummaya" çalışmaz. Kimse Atatürk'ten hayırlı kısmet, para, başarı dilemez. Heykeller, insan yaratıcılığının en güzel örneklerinden olan sanat eserleridir; tıpkı şiirler, tablolar, camiler, kiliseler ve saraylar gibi...

Sikkenin yazı yüzü 

Bir de toplumumuzdaki türbeleri ele alalım. Her gün binlerce insanımız şu veya bu nedenle türbelerin önünde kuyruğa girerler. Bebek isteyenler, zengin olmak isteyenler, sınavlarda başarılı olmak isteyenler; mum yakarlar, bez bağlarlar, diz çöküp ağlarlar, taşları öperler ve dua ederler. O türbede yatan kişinin -ki bazen gerçek kimliği dahi bilinmez- Allah ile aracıları olacağına, dileklerinin gerçekleşmesine yardımcı olacağını düşünürler.

Bir de ülkemizde "hocalık" denen (din adamlarını kastetmiyorum) ve Batı toplumlarındaki "cadılığa" denk gelen müessese vardır. Bunlar kısmet açar-bağlarlar, muska yazarlar, hastalıkları iyileştirirler vs. Cadılık Avrupa'da 18. yüzyılda yasadışı hâle getirilmeye başlanmıştır; bizde ise MS 3. milenyuma ulaşmayı başarmıştır.

"İslam'da bunların yeri yoktur!"  diyenler olacağını biliyorum. Bunların ütopik İslam'da yeri olmayabilir ama de facto İslam'da öyle bir yaygındır ki apartmanınızdaki komşularınızın tamamına yakını ya muska taşır veya hayatının bir evresinde ya hocadan ya türbeden yardım dilemiştir.

Şimdi Atatürk'ün naaşının süper güçleri olduğuna inanmayan, sadece onun anısını yaşatmak için heykellerini diken Atatürkçüler mi yoksa bu heykellere düşmana saldırır gibi balyozlarla saldırarak sahte ilahları yokettiğini sananlar; cebinde okunmuş fasülye taşıyanlar; peygamberin sakalını, hırkasını kutsallaştıranlar, ölülerden ve din büyüklerinden medet umanlar mı putperestlerdir sizce?


4 Ekim 2012 Perşembe

Arı Beyi ve Öksüz Arılar

Arıcılığa ilgisi olanlar bilirler; bir kovanda (özellikle bal arısı kolonilerinde) bir tane "ana arı" bulunur. Bu ana arı hemen hemen tüm arıların biyolojik annesidir.

Kraliçe

Ana arı kovanın efendisidir. Bu nedenle Batılı dillerde "kraliçe arı" olarak bilinir. Tıpkı gerçek bir hükümdar gibi doğduğu andan itibaren iktidarı için mücadele verir. Tarihimizde örneklerine sık rastlanılan "tahta aday kardeşin katli" arı kolonilerinde sıradan olaylardandır. Eğer iki ana arı adayı aynı anda kuluçkadan çıkarlarsa ölümüne dövüşürler.

Harem

Kraliçe arının erkek arılardan oluşmuş bir haremi vardır. Kovanda bal üretmeyen ve tek görevleri bu ana arı ile çiftleşmek olan erkek arılar (dronlar) bulunur. Bu dünyadaki görevlerini tamamladıktan sonra (genelde tamamlarken) ölürler. Yani aslında tüm bal arıları yetimdir.

Ana arı yaşlandığında ve güçten düştüğünde genç bir kraliçe tarafından yeri alınır. Kovanı terkeder ve bir kenarda kimsesiz ölür; pek çok devri geçmiş güçlü gibi.

Arı beyi

Adından da anlaşılacağı üzere ana arı bir "dişi"dir. Bunu tüm arıcılar elbette bilirler. Peki hangi akla hizmet bu hayvana arı beyi ismini uygun görmüştür dedelerimiz?

Muhtemelen ana arı gibi kovanın efendisi, kendine has haremi ve kovandaki herkesin biyolojik ebeveyni olan "ulu" bir varlığa dişiliği yakıştıramamıştır ataerkil kültürümüz. Oysaki pek bir severiz eski Türk topluluklarında "kadının toplumdaki önemli rolünden" dem vurmayı.

Anlayacağınız zaten yetim olan arıcıkları -sadece lafta da olsa-  bir de öksüz bırakmışızdır.